top of page

 DİJİTAL ZAMAN

 

Kocaman bir taş avlunun içinde iki ayrı evde yaşardık dedemlerle  ...ve çocukluğumun en güzel anıları da o avlunun içinde saklıdır.


Aradan uzun yıllar geçti.  Şimdi ne dedemler hayatta ne de o çocuklluğuma dönebilirim. O eski köy evi ne durumdadır, toprak sıvaları yıkılıp dökülmüş müdür. Bahar geldiğinde o taş duvarların dibinde hala minik papatyalar, gelincikler açıyor mudur,bilmiyorum ama bildiğim tek şey, o avluda artık hiç bir çocuk sesinin yankılanmadığı.


Şimdi geçmişten hatırladığım; o taş avlunun duvarları içinde geçen hep bir yaşam telaşesidir.Her anımsayışımda babaannemin gün aşırı pişirdiği taze ekmek kokuları hala burnuma gelir...Bez bebeklerim, sonra avlunun bir köşesine kendime yaptığım oyun evim. Nasıl mı? ..Evet, gelin sizinle birlikte o hayal eve gidelim.

Bahçede bulunan büyük su varillerinden birini sürükleyerek getirir, iki duvarın birleştiği noktaya koyardım. Sonra da üzerine tahta kalasları,

kalasların üzerine de evden aşırdığım küçük kilim yada örtüleri örter,çatısını kapatırdım. Yani boyumun yüksekliğinde küçük bir oyun evi inşaa ederdim.

Ve ben her yaz, vaktimin çoğunu bu hayal şatomda geçirirdim.


Dedem bu yaptıklarımı uzaktan seyreder ve gülümseyerek "benim kızım büyüyünce mimar olacak" derdi. Kısa boylu, az konuşan ama söylediği her sözü bilgece söyleyen, o her zaman kendinden emin yüz ifadesiyle, traşını yüzünden, fötr şapkasını başından ve köstekli saatini yeleğinin cebinden eksik etmeyen bir adamdı. Tabii ben de dedesine hayran bir çocuk. Her öğle vakti ezan sesini duyar duymaz bez bebeğimle konuşmaktan vazgeçip, dedemin yanına koşardım. Çünkü bilirdim ki, o vakit, O'nun köstekli saatini kurma vaktidir.

Genellikle evin önündeki geniş tahta sandalyesinde oturan dedem, öğle vakti yaklaştığında arkasına biraz daha yaslanıp, yeleğinin küçük sağ cebine elini uzatır, o pırıl pırıl parlayan gümüş köstekli saatini özenle çıkarırdı. Bunun kendisi için ne kadar önemli bir iş olduğunu yüzündeki ciddiyetten anlardım. Ve yine anlardım ki, zaman onun için önemliydi.
Bu ciddi işi çoğunlukla kendisi yapmak istese de, onu hayranlıkla izlediğimi farkeder ve beni yanına 
çağırarak;

Bugün sen kurmak ister misin?...diye sorardı.

Heyecanla biraz daha sokulurdum yanına ve minik parmaklarımla üzerindeki halkayı çevirmeye çalışırdım. Ama parmaklarım acır;

"Dede yapamadım, sen yap" der, yeniden onu izlemeye koyulurdum.

Ne kadar dikkatli izliyor muşum ki, kapağının üzerindeki sedef kakma tren ve ray figürlerini hala net olarak hatırlayabiliyorum.

''Zaman'' derdi, dedem..
.

'' Çok önemlidir insanın hayatında ve hep kurulu tutmak gerekir. Kurmayı başkalarına bırakırsan eğer, o ZAMAN artık senin olmaktan çıkar. ''

Anlamazdım o zamanlar.
Seni şimdi anlıyorum dedeciğim. Yerinde rahat uyu. Bende her ne kadar dijital olsa da zaman, senin sözlerinle kuruyorum kendime düşeni. Bazan çeyrek kalayım kendime, bazan çeyrek geçiyorum zamandan. Ama bil ki, bana söylediğin her sözü kuruyorum hala üzerine.









 

 

 

 

D İ J İ T A L


Kendiliğinden gidiyor zaman
-bana hiç dokunmadan.
Daha başlamadan güne,
batıyor güneşim -bana henüz doğmadan.

Alıp getirsem sana beni;
      ... benden aldıklarını sana versem geri
Hani, Kadıköy vapurundaki marmara gözlü kızı
küçücük elleri vardı, sevgi dilenen hani?

Söyle,
getirebilir misin, çocukluk hayal bulutlarımı?
    Birini tam tuttum derken,
bir deliruzgar dağıtmıştı, -ağlamıştım hani?

Sen;

Dijital zaman..!
Kurulmaz sende düşler bilirim
Üstelik ki ,

 hâlâ dedemin kurmalı gümüş saatindeyken ben

Sen

parmak izlerimi aldın,
yazdın teker teker okyanusuna.


Ama bil ki ben,

yürek izimi kazımışım Anadolu'ya.
Haberin ola..!


 


Leman J. Koc

05/usa
(Berfin Bahar edb, Klt. ve Sanat dergisi-2007 )

 

 

 

BOONTON 'da Ölümle Yasam Arasında 

 

Etrafı küçük göllerle çevrili,  eski ama bakımlı dublex ahşap evleriyle, yeşillikler içinde şirin bir Amerikan kasabasıydı Boonton. Eyaletin en yüksek dağlarından birinin üzerinde oluşu, yazları aşırı nemden bunalan diğer yerleşiklere göre, burda yaşayan halk daha şanslı sayılırdı.

Uzunluğu, olsa olsa 300-400 metreyi bulan ana caddesi, altından sadece tren yolunun geçtiği bir köprüyle başlayıp, şelale ve nehri ikiye kesen, bir diğer köprüyle bitiyordu. Bu caddenin iki yanında ise;  antikacı dükkanlar, iki banka, resim-heykel atölyeleri, eski bir kütüphane, bir kaç pizzacı, antik bir tiyatro, postane, topu topu 100 kişiyi alabilecek eski bir sinema ve diğer tenteli minik dükkanlar uzar giderdi.

 

Yaz mevsimi boyunca her çarşamba günü, çevresi yüksek ağaçlarla kaplı, o nehrin kenarındaki geniş çimenlik alanda canlı konserleri yapılırdı. Genellikle country müzik çalan ve üç-dört kişiden oluşan bu müzik grupları kasabaya ayrı bir hareket getirirdi. Bir ellerinde katlanır kumaş sandalyeler, diğer ellerinde içeceklerle konseri dinlemeye gelen insanlarla dolar taşardı Grace Lord Park. Bu sevimli kasabanın sosyal aktivitesi sadece bundan ibaret değildi elbette. Tüm eyaletin katıldığı antik araba show ve çocuklar için panayırları vardı ki, tam bir şölendi kasabalıllar için.

 

Kasabanın en eski yerleşik halk İtalyanlardan oluşmaktaydı… Bir kısmı İrlandalı ve küçük bir çoğunluğu da Özbekistanlı göçmen aileleriydi.

 

O küçük kasabada yedi yıla yakın bir süre yaşadım. Türkiye'nin bir kenti kadar çok sevdim ve benimsedim. İki yıl önce iş gereği daha büyük bir kente taşınmış olsakta  çocuklarım ve ben, bağımızı hala koparamadık ve Boonton'ı hep özlüyoruz. Bahçeli evleri, çiçekler ve ağaçlarla kaplı sokakları, çocuklar için oyun alanlarının güzelliğinden çok, güler yüzlü sıcak insanlarıydı bizi bu denli oraya bağlayan.

 

Şelale ve nehirin bulunduğu diğer uca daha yakındı, yasadığım ev. Üstte iki yatak odası, bir banyo alt katta salon ve mutfak… Mutfak kapısı geniş tahta bir terasa, oradan da ağaçlıklı geniş yemyeşil bir bahçeye açılırdı.

Evim, iki sokağın bileştiği bir köşedeydi. Sokağın biri, içinde her türlü spor aktivitelerinin yapıldığı, oyun alanları olan geniş bir parka, diğeri ise, mezarlığa uzanırdı... Yani, ölümle,  yaşamın tam da ortasındaydım o evde.

 

( Benimki de laf mı şimdi!  Herkes öyle değil midir zaten. Ölüm ve yaşam arasında.! )

 

 

Mutfak penceremden, biraz uzakta da olsa mezarlığı görebiliyordum. İlk taşındığımda bu görüntü hoşuma gitmese de, zamanla ona da alışmıştım.

O evin en sevdiğim bölümü ise, mutfaktan arka bahçeye açılan o büyük terasıydı ve ben en çok orada zaman geçirirdim. Sabah kahvemi orada içer, akşam iş dönüşlerinde orda oturur soluklanırdım.

 

İşte, o terasta sabah kahvemi yudumlarken, hep aynı saatte 85-90 yaşlarında yaşlı bir kadın geçerdi.

Bir elinde bastonu, diğer elinde kitabı, mavi gözleri, hafif dalgalı ama artık bembeyaz olan kısa saçlarıyla ve dudağından eksik etmediği pembe rujuyla hala güzel bir kadındı Secilia.

Her sabah gülümseyerek, ''Günaydın'' der ve hiç oyalanmadan yoluna devam ederdi.

 

Sabahın erken saatinde, bu yaşlı kadın nereye gittiiğini hep merak ederdim.

Belki,  sadece yürüyüş yapıyor, derdim.. Ama, ya o elindeki kitap! Yürürken de kitap okunmaz ki. 

 

Bir gün '' Günaydın''dan daha fazlasına uzayan kısa sohbetimizde dayanamayıp sordum.

 

-Gördüğüm kadarıyla okumayı çok seviyorsunuz Mrs. Secilia... Nedir, kimi okuyorsunuz?

 

- Ah, o mu? dedi  gözlerindeki mavi gülümsemeyle... 

 

- Bu kitabı, kahvaltıdan sonra her gün eşim için okuyorum sevgili Julie.

 

- Pardon, anlayamadım. Eşiniz mi?

 

- Evet, eşim. Adı Anthony, her sabah kahvaltı için onunla buluşuruz. Bensiz kahvaltı edemez.

Bilirsiniz erkekler işte!... Çocuk gibidirler. Hep yanlarında bir kadın olsun isterler. Küçükken annelerini,

gençken sevgililerini, yaşlanınca da eşlerini...

 

Gülümsedim.

 

-Haklısınız, dedim, ... peki eşiniz  nerede bekliyor sizi? ...evinizde mi.

 

-Evet, dedi, eliyle mezarlığı işaret ederek... İşte orda, evimizde. Ben daha fazla gecikmeyim Julie, meraklanmıştır Anthony.  

Size güzel bir gün diliyorum.

 

 

Elindeki kitabı göğsüne biraz daha bastırıp, bastonuna dayanarak acele adımlarla yanımdan uzaklaştı.

 

Ben ise, elimde kahve fincanı, şaşkınlıkla Cecilia, gözden kayboluncaya kadar arkasından uzun uzun baktım.

 

O gün bir kez daha anladım ki, aşk için söylenmiş bütün klişe sözlerin hepsi eksik … Hatta, ölümün gerçekliği bile.

 

                                     Çünkü;

 

                                                    AŞK GERÇEKSE, ÖLÜM YALANDIR 

                                                                                                                       .... hala birilerine.

 

 

 

 

             ( Fotoğraflar öyküde adı geçen Boonton'a aittir. )

AMORTİ

 

 

Yılbaşı geceleri herkes eğlenip coşarken, ben nedense garip bir hüzne kapılırım. İnsanlar, henüz o hiç bilmediği yeni yılın gelişine mi, yoksa ''Aman şu yaşadığımız yıl sonunda bitti işte, kurtuluyoruz'' diye mi, sevinir doğrusu pek anlam veremem.

Burdan da anlayacağınız gibi, benim şu 40 yılı aşkın ömrümde yeni yıl gecesi eğlendiğim pek görülmemiştir. 

O gece garip bir yalnızlığa gömülürüm nedense. Yalnız kalmak, yaşadığım onca yılı ve o yılların içinden geçip gidenleri yada gitmeyip bende kalanları; bazen bir özlem, bazen bir burukluk, bazen de gülümseyle ruhumdaki sararan sayfalarını çeviririm.

 

Önüme açılan ilk sayfadan yüreğime savrulan genellikle; Anadolu'nun bir köyünde bir taş evin sıcaklığıdır. O evin içindeki kömür sobasından duyulan ateşin çıtırtıları ve üzerindeki mandalina kabuklarından yayılan kokuya karışmış radyodaki bir nihavendin sesidir. 

Sonra tombala ve babamın milli piyango biletleri dizilirler ardından, o aynı sayfanın silik çizgilerine. 

 

Biletler diyorum çünkü, babam tüm kardeşlerim için birer bilet alırdı o gece. Ama her nedense saat 12.00'den önce, hiç birimizin bundan haberi olmazdı. Ne zaman ki, radyoda nihavent susar ve yeni yıl mesajı okunur, işte o vakit her birimizin eline bir adet bilet tutuştururdu.

Altı çocuk büyütmenin sıkıntısını saklamaya çalıştığı gözlerindeki hüznün yerine, kısa da olsa bir umut parıltısı yerleşen babam;

- Hadi bakalım, hanginizin şansı daha fazla olacak bu yıl görelim, derdi.O an tüm sesler susar, hepimizde heyecanlı bir bekleyiş başlardı.

Tabii bu mutluluk hayali sadece 10-15 dakika sürerdi. Milli piyango biletlerinin son iki rakkamından amorti tutturan, gececenin en şanslısı sayılırdı. Çocukluğumdaki bu oyunda hep kaybettiğim ve sonrasında üzüldüğüm için, yaşamım boyunca tek bilet dahi almayışımın nedeni belki de sırf bu yüzdendir.

 

Oysa, en büyük şansın aslında o zamanlarda yaşanılan anlar olduğunu hepimiz çok sonradan öğrenecektik.

Kaygılarımız yoktu o vakitler, dünyada olup bitenlerden, savaşlardan, işsizlikten ve parasızlığı bilecek yaşta değildik.

Her geçen yılın, yaşamı da,  bizim yaşama bakışımızı da değiştireceğini nerden bilebilirdik.

 

Mandalina kokularını özlüyorum şimdi, babamın esmer ellerini, fırtınalı bir günde korkusuzca açıldığım denizleri 

ve aşkı ilk kez yaşarken çırpınışlarını, kalbimin. 

 

 

Önce sen'le başlayıp ben'le bitmeyen, paylaşmanın gücüne inanan bir, BİZ..! 

...ve son iki harfi ''OL'' ile biten, yüreği sevgi dolu insanların yaşadığı savaşsız bir dünya özlüyorum bu gece. 

 Amortiye bile razıyım.

 

 

SON DURAK

 

 

Kendime gitmek için bekliyorum

... son duraktayım 

 

Gözler geçer önümden 

yeşil, mavi, siyah 

gülen, gülünce güller açan 

ve sözler sırayla ...

Aşk der biri, diğeri sevda 

anılarım, ilk göz ağrılarım 

el sallarım ardından 

... hüsranlardayım. 

 

Çocukluğum geçer sonra 

ve babamın elleri

zemherilerde saçımı okşayan. 

o yarım masallar, -hiç tamamlanmayan. 

bir rüzgâr eser ardından ve bir ölüm! 

... yaslardayım. 

 

Hiç geçmez dediğim, gençliğim geçer 

yüreğinde umutlar, 

elinde özgürlük bayrakları

ve başının üstünde âsi bulutlar

dağılır tam ben binerken 

... yasaklardayım.

 

''kendime gitmek'' için bekliyorum 

hala duraktayım 

günlerim, aylarım ve ömrüm geçer 

bir ben ''geçmem kendimden'' 

 

... anladım ki;

ben yanlış zamanda ve yanlış duraktayım

 

 

Leman Julide K

 

 

 

Unknown Track - Unknown Artist
00:00 / 00:00

© 2023 by Andi Banks. All rights reserved

  • Twitter Classic
  • facebook
Vizitor
bottom of page